Para Teorisi Ve Para Politikasının Tarihi
- Posted by Maliadmin
- Posted in Genel MuhasebeMali MüşavirlikÖzel DenetimTam TasdikYMM Tam Tasdik
Para teorisinin ve para politikasının ilginç bir tarihi bulunmaktadır. Bazı iktisatçılara göre, iktisat biliminin başlangıcı olarak tanımlanan Merkantilist yaklaşımda, sistematik bir para teorisi bulunmamaktadır. Buna karşılık Merkantilist düşünce parasal faktörlere büyük önem vermiştir.
Buna karşılık parasal faktörleri sistematik bir çerçevede ele alan miktar teorisinin ortaya çıkışı ile birlikte, parasal faktörlerin ve para politikasının fazla önemsenmediğini görmekteyiz.
Miktar teorisinin değişik yorumlarından hareket eden ve parasal faktörleri önemsemeyen yaklaşımlar “reel analiz” başlığı altında toplanır. Reel analiz geleneğinde, reel iktisadi büyüklüklerin tümü (reel milli gelir, üretim düzeyi, istihdam düzeyi, reel faiz), reel süreçler sonucunda belirlenir. Bu süreçlerde, para miktarının etkisi olmadığı kabul edilir ve bu ilişkide para miktarının yansızlığından söz edilir. Reel analiz geleneği, 1929 dünya bunalımına uzanan dönemde iktisadi düşünceye hakim olmuştur. Günümüzde, Yeni Klasik Ekol bu geleneği yeşertmeye çalışmaktadır.
Dünya ekonomik bunalımını izleyen dönemde Keynes’in öncülüğünde, parasal faktörlerin makro ekonomik dengeler üzerinde son derece önemli olduğunu savunan bir teorik çerçeve geliştirilmiştir. Keynes, “her arz kendi talebini yaratır” şeklindeki Say kanununa karşı çıkarken, faiz oranlarındaki değişimlerden hareket etmiş, faiz oranlarındaki değişimlerin, Say kanununu geçersiz kılabileceğini savunmuştur. Kısaca Keynes’e göre; faiz oranlarındaki değişimler toplam efektif talep düzeyinde (dolaylı olarak) önemli değişimlere sebep olabilir. Toplam efektif talebin düşmesi halinde ise, ekonomide üretilen mallar satılamamakta, gelir yaratan süreçler zayıflamakta, ekonomi krize girmektedir.
Keynes bu genel yaklaşımı belirlerken, (Klasik ve Neo-klasik iktisatçılardan) farklı bir faiz teorisi geliştirmiştir. Keynes, parasal ekonomi (yani kaydi para üretimi olan ekonomiler) şartlarında, faiz oluşumunun, Klasik ve Neo-klasik çerçevelerde açıklanamayacağını; faiz düzeyinin oluşumunda ekonomideki para miktarının etkili olduğunu öne sürer. Şöyle ki, ekonomi durgun bir dönemde bulunabilir… Bu durgunluğun sebep olduğu düşük harcama eğilimi, kredi talebini de geriletebilir. Fakat bütün bunlar faizlerin düşmesini gerektirmemektedir. Bu bağlamda faiz düzeyini belirleyecek olan unsur, banka sistemidir. Banka sistemi, kredi miktarını düşürerek, faizlerdeki gerilemeyi engelleyebilir, hatta isterse yükseltebilir.
Görüldüğü üzere, Keynes’in teorisi; para miktarı, faiz oranlan gibi parasal büyüklükleri son derece önemsemektedir.
Böylece Keynes, para teorisinde “parasal analiz” geleneğini başlatmıştır. Çağdaş para teorisinde, halen her iki gelenek varlığını sürdürmektedir. Keynes’in görüşleri, iktisadi anlayışı önemli ölçüde değiştirmiş devrim niteliğinde görülmüştür. Yukarıda açıkladığımız üzere, bu devrim para miktarı ve faiz oranları gibi parasal büyüklüklerin ekonomik öneminin keşfedilmesi ile oluşmuştur. Bu bakımdan Keynes devrimi, temelde “parasal bir devrimdir”.
Ne var ki bu parasal devrimin, para politikaları üzerinde fazla etkisi olmamıştır. Keynesci iktisatçılar; likidite tuzağı, yatırımların faiz elastikiyetinin zayıf olması gibi bazı varsayımlar ileri sürerek, para politikasının etkin olmadığını savunmuşlardır. Bu iktisatçılar, ekonomik dengesizlik hallerinde maliye politikalarının kullanılmasını önermişlerdir.
Böylece, teorik çerçevede parasal faktörleri son derece önemseyen, uygulamada ise para politikalarını küçümseyen tuhaf bir durum ortaya çıkmış, teori ve politika arasında ciddi bir kopukluk doğmuştur.
1960’lı yıllara gelindiğinde Keynes’ci yaklaşım, yaşanan somut olay lan açıklamakta ve ortaya çıkan sorunları göğüsleyecek politikalar üretmekte yetersiz kalmıştır. Özellikle enflasyon olgusu, Keynesciler için hem teorik hem de politik düzeyde çok büyük sorunlar ortaya çıkarmıştır.
Bu ortamda, Parasalcı (Monetarist) olarak tanımlanan ve özellikle Milton Friedman’ın ismi ile anılan bir yaklaşım, para teorisi ve politikasının gelişme tarihinde önemli bir kilometre taşı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Parasalcı yaklaşım, son derece iddialı tezler ile ortaya çıkmışlardır: Pa-rasalcılar, teori ve politika arasındaki mevcut kopukluğu giderebileceklerini savunmuşladır. Ayrıca, mevcut enflasyon düzeyinden daha düşük enflasyon düzeyine geçişi (disinflation), asgari fedekârlık oramnda (sacrifice ratio) gerçekleştirebilecek formüller önermişlerdir.
Parasalcı yaklaşım, Keynes’ci görüş ile Geleneksel görüşler arasında bir yer alır. Parasalcılar, Keynes’in efektif talep prensibini benimserler ve böylece Keynes’Ie birlikte, parasal ekonomi koşullarında Say kanununun geçersizliği görüşüne (ilke olarak) katılırlar.
Say kanununun eski veya yeni yorumlarını, şu veya bu gerekçe ile kabul veya reddetmek iktisat teorisinde son derece önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bu bakımdan, Parasalcı görüşleri açıklamaya kısa bir ara vererek, Say kanununu ve sonuçlarını daha ayrıntılı bir şekilde görelim:
Herşeyden önce, Say kanununu benimseyen bir iktisatçı, ekonominin talep cephesini inceleme zahmetinden kurtulur, iktisadi olayı tamamen üretim cephesinde ele alıp açıklamaya çalışır. Yani arz mekanikli (arz cepheli) yaklaşımları benimser. Arz cepheli ekonomi anlayışını kısaca şu şekilde özetleyebiliriz:
Piyasalarda (denge) fiyatların; esnek, veri ve belli olduğu kabul edilir. Yani üretici ve tüketiciler piyasadaki denge fiyatını bilmektedirler. Açık bir anlatımla, eğer üretici denge fiyatının üzerinde bir fiyatla mal satmakta İsrar ederse, ürettiği mallan satamayacağını bilir. Aynı şekilde, piyasada denge îı-yatını ödemekten kaçınan tüketici, mal alamayacağının bilincindedir.
Ekonomide, bireylerin, denge fıyaünı bilmeleri son derece önemlidir. Denge fiyatlarının bilindiği ortamda, üretici ve tüketici, denge fiyatını araştırmak için zaman ve mesai harcamazlar, arz ve taleplerini ertelemez veya öne almazlar. Ticaret, pürüzsüz bir şekilde sürer.
Böyle bir ortamda temel ekonomik sorun, bireylerin ne kadar çalışmak istedikleridir. Birey, bu soruyu çalışmanın fayda ve maliyetini karşılaştırarak cevaplar: Çalışmanın faydası, çalışma karşılığı bireyin kazanacağı gelir ve bunun sağladığı satın alma gücü, yani alacağı malların vereceği hazdır. Buna karşılık birey, çalışarak boş vaktin kendisine sağlayacağı faydadan mahrum kalacaktır.
Piyasada fîyatlann (ücretlerin) veri ve belli olduğu kabul edildiğinde, kişilerin (yukanda ifade ettiğimiz anlamda) fayda-maliyet analizi yapabilmeleri oldukça kolaydır. Bireyler, böylece kendi fayda -maliyet analizlerini yaparak ne kadar çalışacaklarını belirlerler.
Bu noktada arz cepheli iktisatçılar, bazı başka varsayımlar yardımı ile tahlillerini tamamlarlar. Kısa vadede; sermaye stoğunun, teknolojinin değişmediği, üretimin azalan randımanlar kanununa tabi olduğu varsayılır. Böyle bir ekonomide toplam mal arzı (üretim), cari ücret düzeyinde arz edilen emek miktarının mas edilmesi ile belirlenir.
Şu halde, ekonomideki üretim düzeyini belirleyen tek faktör; cari ücret düzeyinde bireylerin çalışmak istedikleri toplam süre dir. Bireyler, çalışmak istedikleri süreyi belirlerken, üretim düzeyini de belirlemiş olmaktadırlar. Bu şekilde belirlenen üretimin satılmaması şeklinde bir sonunun ortaya çıkması sözkonusu değildir. Çünkü bireylerin üretimleri, onların almak istedikleri mal miktan kadardır. Demek ki bireyler, çalışma kararlan ile birlikte alım kararlarını vermiş olmaktadırlar. Bu durumda üretim fonksiyonu, aynı zamanda talep fonksiyonunu da yansıtmaktadır. Diğer deyiş ile, çalışma kararının arkasında alım kararı bulunmaktadır. Şu halde, her arz kendi talebini yaratacaktır.
Yerleşik iktisat bilimi*, takas ekonomisi koşullarında bu senaryoyu tutarlı görmektedir. Diğer bir ifade ile, mal paranın geçerli olduğu, yani paranın itibarı değeri ile maddi değeri arasında fark bulunmadığı takdirde, yerleşik iktisat bilimi bu çerçeveyi pek tartışmamakta “iktisadi olayları açıklamaya elverişli” olarak görmektedir.
Ancak banka sisteminin gelişip kaydi para üretiminin (ikincil para, kredi para, banka parası) ekonomide önemli boyutlar kazanıp mal- para kullanımının önemini kaybetmesi ile birlikte, yerleşik iktisat bilimi ikiye ayrılmıştır: Bazı iktisatçılar, modern fınans sistemi içinde üretilen bu kaydî paranın, ekonominin işleyişinde çok önemli farklılıklar yaratacağını düşünüp, ekonomik analiz için yeni bir çerçeve arayışına girmişlerdir. Bazı iktisatçılar ise, ekonomide kaydi paranın kullanımı ile birlikte temel ilişkilerde önemli bir değişim olmadığını ileri sürerek, tahlillerini eskisi gibi geleneksel çerçevede sürdürmeyi tercih etmişledir. Böylece yukarıda sözünü ettiğimiz (ve Schumpeter’in tanımladığı anlamda) yerleşik iktisat biliminde iki temel gelenek oluşmuştur : Reel analiz ve parasal analiz1.
Reel analizi benimseyen iktisatçılar, iktisadi olayı, yalnızca reel büyüklükler ile açıklamâya çalışırlar. Reel büyüklüklerin, tamamen piyasalar tarafından belirlendiğini; parasal sistemin ürettiği para miktarının, bu reel ilişkileri etkilemediğini savunurlar. Sözgelimi, piyasalardaki arz-talep ilişkisi 1 saat emek karşılığını 3 birim ekmek olarak belirlemiş ise, ekonomide üretilen para miktarındaki değişimin bu oranı etkilemeyeceği savunulur. Değişen para miktarının değiştireceği tek nokta, bu malların geçerli para cinsinden mutlak fiyatlarıdır.
Parasal analizi benimseyen iktisatçılar ise, itisadi olayı açıklarken reel faktörlerin yanında, parasal faktörlerini de gözönüne alırlar. Bunlara göre, parasal ekonomi koşullarında, banka parası ile efektif toplam talep arasında önemli ilişkiler kurulmuş olmaktadır. Bu ilişkiler, bazen şu anlamda dolaylı olabilir: Değişen para miktarı faizleri etkiler; değişen faizler ise harcama eğilimlerini, dolayısıyla efektif talebi etkiler. Bazı yaklaşımlarda ise, banka parası ile efektif talep arasında doğrudan ilişki kurulur. Buna göre, ekonomideki toplam gelirin belirli bir oranı, bireyler tarafından nakit olarak tutulmak istenir. Bu miktar, ekonomideki gelir düzeyi ile oldukça kararlı bir oran arz eder. Eğer banka parası (veri reel gelir düzeyinde) değişir ise, kişiler (ve ekonomi) bu oranı yeniden eski düzeyine getirmek üzere, harcamalarını azaltır veya artırırlar.
Sorunu bu şekilde ortaya koyduğumuzda, Parasalcı yaklaşım, Keynes’in efektif talep yaklaşımının yakın bir akrabasıdır. Bazı farklılıkları içermekle birlikte Parasalcılar, Keynes’te olduğu gibi, banka parası ile efektif talep arasında ilişki kurmakta; efektif talebin, üretim düzeyini etkilediğini kabul etmektedirler. Böylece ekonomideki para miktarının, önemli bir istikrarsızlık kaynağı olduğu kabul edilmektedir.
Parasalcılann önerisi, merkez bankasının ekonomideki para miktarını denetlemesi yönündedir. Ekonomideki para miktarının denetlenmesi, para miktarındaki değişimin orta vadedeki reel büyümeye endekslenmesi şeklindedir. Friedman, merkez bankasının para miktarını tam kontrol edebilmesi için %100 kuralını önermiştir. %100 kuralı, geleneksel ticari bankacılığın tasfiye edilmesi anlamına gelmektedir. Şöyle ki, ticari bankaların topladıkları mevduatları için %100 rezerv ayırmaları, yani kaydi para üretiminin durdurulması savunulmaktadır.
Görüldüğü üzere, Parasalcılar, Keynesciler gibi parasal analiz geleneğini sürdükmekte, efektif talep prensibini benimsemektedirler. Fakat aynı zamanda, kaydi para üretiminin kontrol edilmesi ile birlikte, çağdaş parasal ekonomi koşullarında dahi Say kanununun geçerli kılınabileceğini savunmaktadırlar.
Parasalcılar, parasal faktörlerin önemini kanıtlamak üzere son derece kapsamlı çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalar sonunda, parasal faktörlerin önemi konusunda iktisatçılar arasında yaygın bir mutabakat sağlanmıştır. Ancak parasal faktörlerin önemli olduğu noktasında sağlanan bu mutabakat, para politikasına pek yansımamıştır.
Geçmiş 20-25 yılda para politikasına ilişkin çok canlı tartışmalar yaşanmış, çok değişik öneriler yapılmıştır. Fakat bunların pek verimli sonuçlar doğurduğunu söyleyemeyiz. Günümüzde ekonomik gelişmeleri mükemmel bir şekilde; izleyebilmek, değerlendirmek ve yönlendirmek üzere oluşturulmuş, üzerinde görüş birliği sağlanmış sistematik bir parasal çerçevenin varlığından söz etmek mümkün değildir.
iktisat literatüründe üç temel para politikası rejimi bulunmaktadır.
1) Para miktarına dayalı para politikası rejimleri,
2) Kredi hacmine dayalı para politikası rejimleri,
3) Faiz düzeyine dayalı para politikası rejimleri,
Değişik ülkelerin para politikaları incelendiğinde göze çarpan ilk nokta, hiç bir rejimin pür halde uygulanmadığıdır. Bir kere, para politikası ile ilişkili bütün göstergelerin (rejim ilişkisi gözetilmeden) izlendiğini görmekteyiz. Bu çerçevede, para politikasında ağırlığın, bazen şu rejim, bazen de öbür rejim lehine kaydığını söyleyebiliriz. Örneğin ABD’de, 1981’e kadar” para miktarı” ağırlıklı politika rejimi, bu tarihte “kredi hacmini” izlemeye yönelmiş, sonraları ise, faizlere daha fazla ağırlık veren uygulamalar gözlenmiştir.
Diyebiliriz ki, günümüzde parasal büyüklükler son derece önemsen-mekte, ancak parasal gelişmeleri değerlendirebileceğimiz belirli bir çekim örneği bulunmamaktadır. Bu çerçevede parasal gelişmelerin değerlendirilmesi, geniş ölçüde bireysel yorumlar gerektirmektedir.
Parasal analiz geleneğindeki, (gerek Keynesci, gerekse Parasalcı) uygulamaya dönük modellerin başarılı sonuçlar üretmemesi, reel analiz geleneğinin 1970’li yıllarda yeniden canlanmasına yol açmıştır. Reel analiz geleneğinin günümüzdeki temsilcileri, Yeni Klasik İktisatçılar olarak adlandırılmaktadır. Bu ekolün en tanınmış isimleri arasında Lucas, Sergeant ilk akla gelenlerdir. Yeni Klasikler, Geleneksel yaklaşımı yeniden canlandırırken şu noktalan vurgular:
– Ekonomik süreçler arz cephesinde belirlenir,
– Parasal büyüklükler, sadece özel hallerde ve çok kısa süreli olarak efektif talebi etkileyebilir,
– Piyasa ekonomisi, para politikası veya başka bir politika uygulamasını gerektirmemektedir.
Yeni Klasikleri bu sonuçlara götüren bilimsel çerçeve, Rasyonel Beklentiler Hipotezi ile genişletilmiş, Geleneksel yaklaşımdır.
Yeni Klasik Ekolün para teorisini özetleyelim: Ekonomik dengeler, reel fiyatlar (nispi fiyatlar) tarafından belirlenir…Parasal faktörler (çok özel haller dışında) fiyatları değiştirmez. Bu bakımdan, reel fiyatlardaki değişimlerin sonucu olarak belirlenen; istihdam, üretim, reel milli gelir düzeyi gibi reel büyüklüklerin oluşumunda, parasal faktörlerin ağırlıklı bir etkisi söz konusu değildir. Bu bağlamda, paranın yansızlığından söz edildiğini tekrarlayalım.
Yeni Klasiklere göre, para, aynı zamanda süper yansızdır. Paranın süper yansız olması, “para miktarının” uzun bir süre ve muntazam bir şekilde artırılmasına rağmen, reel büyüklükler üzerinde hiç bir değişime sebep olmaması” anlamında kullanılmaktardır1.
Paranın süper yansızlığı tezi, değişik yaklaşımların parasal anlayışını kavrayabilmek açısından son derece önemli bir kavramdır. Keynesçi yaklaşımlarda, kısa ve uzun vade ayırımı yapılmadan paranın yanlı olduğu savunulur.
Geleneksel yaklaşımlarda ise, paranın kısa vadede yanlı olduğu2, uzun vadede ise para miktarının kısa vadeli etkilerinin tümü ile kaybolduğu, ekonomik dengelerin sadece reel ilişkiler tarafından belirlendiği savunulur. Parasalcı yaklaşım da bir anlamda aynı görüşü paylaşır. Ancak, Parasalcı yaklaşımda kısa vade, daha uzun bir dönemdir. Para kısa vadede yanlı ise ve uzun vade, kısa vadelerin birleşmesinden meydana geliyor ise; para miktarının muntazam bir şekilde artırılması tercih edildiğinde, para, uzun vadede yanlı kılınabilir. Diğer bir ifade ile, para miktarı muntazam bir şekilde artırıldığı takdirde hiç bir zaman süper yansız olamayacaktır.
Yeni Klasikler, işte bu noktada, paranın süper yansızlığı tezini ileri sürerek geçmiş ile ilişkilerini koparmakta, para teorisinin evrimi sürecinde yeni bir dönemi açmaktadırlar. Paranın süper yansız olması “şok şeklinde uygulanan parasal daralmanın, üretim düzeyinde büyük kayıplara sebeb ol-mıyacağı” gibi görüşler içermektedir.
Leave us a reply